Abaküsten Yapay Zekaya : Abaküs

Konumuz dijital bilgisayarlara ve oradan da yapay zekaya genişleyeceği için 0 ve 1’e biraz daha yakında bakmamızda fayda var. Sıfır-bir ikilisi; felsefedeki hiçlik (var olmama) – var olmaya ek olarak, elektrikte açık-kapalı devre ve Boole Cebri‘nde yanlış-doğru değerlerinde kullanılır.

Boole ve Abakus

George Boole 1847 yılında yazdığı kitapla; YANLIŞ,  DOĞRU (0 , 1) seklinde iki değeri VE, VEYA, DEĞİL (∧,  ∨, ¬)  olarak üç temel işlem (ve türevlerine) sokarak geleneksel cebire, mantıksal cebir evrenini eklemiştir. Bilgisayarları keşfederken Boole cebrinin sonuçlarını sırasıyla Venn diyagramları,  anahtarlama uygulamaları ve kapı devreleri, ikili karar diyagramları diye göreceğiz.

Abaküs konusuna geçmeden önce bir de Hint-Arap sayı sisteminin on rakamını tamamlayan diğer üç öğeyi de hızlıca gözden geçirmekte fayda var.

  • İşaret : Artı, eksi (pozitif / negatif) sembolü,
  • Ondalık Ayracı : Bizim taraflarda virgül, Anglosaksonlar için nokta,
  • Üst Çizgi : Tekrarlayan kesirler (Vinculum)

Fiziksel varlıklar var oldukları için birer birer sayılarak bir değer atanmaları dolayısıyla pozitif sayılar ve (asırlarca zorlandıktan sonra bulunan) sıfır,  düşünsel anlamda çok doğal geldiği için Doğal Sayılar olarak anılıyor. Negatif Sayılar ise ticarette bir borç, ihtiyaç sonrasında eksik kalan bir meta sayısını ifade etmek için kullanılan daha soyut bir anlam taşıyorlar. Tarihçesi Wikipedia’da var. Kısaca özet geçersem antik Yunanlar eksi sayılarla hiç ilgilenmeyip, yadsımışlar, tüccar Çinliler ise alacak-borç muhasebesi derken MÖ 2.yy’da negatif sayıları kullanıma almışlar.

Negatif sayılar konusundaki Hindu felsefesinde pek bir şey bulamayınca bu konuda ben biraz nümoroloji geyiği yapmak istedim:
Pozitif ve bir genel olarak olumlu, yapıcı sıfatlarıyla eş anlamlıyken negatif ve sıfır da karşıtları olarak olumsuz ve yıkıcı anlamalarını yüklenmek zorunda kalıyor. Bakınız bu konularda kimler ne demiş:

  • Negatif derecedeki sıcaklıklar dondurucudur [Celcius],
  • Bilançolardaki eksiler (negatifler) genel olarak yıkıcı olur [Mali Müşavirler].
  • Herkes pozitif varlıkları sever, negatif yüklü elektronlar bile pozitif kutba koşarlar [Güzin abla].
  • Negatiflerle birebir karşılaşmalar sıkıntılı olsa da ( +1 + -1 =  0) iki negatif olayın çarpışması akışı olumluya döndürebilir ( Involution Law : -a x -b = –(a x b) =+ a x b),
    Değersiz insanlarla çarpışmayın, yok olursunuz ( Sıfır Çarpım Özelliği : 0 x a = 0 )
    Bazen varlıklarını sıfırla bölüştürenler aradıkları ulvi gerçekleri bulabilirler (a / 0 = ∞)- [beş yıl sonraki ben]
    😊
  • Tıbbi tahlillerde olumsuz bir duruma rastlanmadığında negatif denir, tahlili veren insan sevinir [İTÜ’den sınıf arkadaşım Kamuran].

Ondalık ayracı (yani virgül) kullanımı en kolay semboldür. Bir sayıyı 10’la çarptıysan virgülü bir basamak sağa çek, 100’e böldüysen iki basamak sola kaydır şeklinde bir konfor sağlar. İki ciddi sıkıntısı vardır:

  1. Bazı ülkelerde virgül, binlik ayracı ve nokta ondalık ayracıyken bizde tam tersidir. Aman ticaret yaparken dikkat edin.
  2. Mühendislik yaparken iki küsuratlı sayının çarpım sonucunu amirinize, hocanıza, ustanıza verirken de süper dikkatli olun, çünkü mühendislikte virgülden sonraki her basamak kelimenin anlamıyla metre (veya mikrometreyle) ölçülebilmeli, tartıyla tartılabilmeli ve yazıldığı son basamak hassasiyetinde üretilebilip, teslim edilmelidir.

Yani bir ustaya 1,234 x 5,678m çarpım işlemi sonucunda hesap makinanızda çıkan sayıyı alıp 7,006652m şeklinde bir ölçü verirseniz elinizdeki sadece mm. hassasiyetinde olan bilgilere karşın mikron hassasiyetinde imalat yapılmasını talep etmiş olursunuz. Doğru cevap 7,007m dir. Eskiden, İTÜ’de bir mühendislik fakültesindeki sınavlarda ilk sonucu yazarsanız hocanızdan yıldızlı sıfır alırdınız.

Vikipedi Abaküs için Türkçe karşılıklar olarak ‘sayı boncuğu, çörkü veya eski adıyla mihsap‘ tanımlarını vermektedir. Sanırım hemen herkes benim gibi ilk öğrenimi sırasında bir abaküs gördüğü kanısındadır. 

Gerçekte hemen hepsi abaküsü anımsatan, yatay dizilmiş, rengarenk sayı sayma boncuk düzenekleridir.  Bizim eğitim sistemimizde bu düzenekler için bir basamak kavramı tanıtılmaz. Solda pasif duran boncukları sağ tarafa geçirip, aktive (yok iken var) ederiz. Sonra da bütün aktifleri sayarız. 

Sayı Boncuğu
Sayı Boncuğu

Toplama yapacaksak alt sıralardan yeni boncuklar çeker yeniden sayarız şeklinde bir kullanımları vardır. Bana göre bu düzeneklere Sayma Boncuğu denmesi gerekir çünkü sadece sayma ve toplamayı öğretmekte kullanılan alettir. Gerçek abaküs bu işleve ek olarak 1970’lere kadar binlerce yıl gündelik hayatta küsüratlı işlemler dahil, dört aritmetik işlem için kullanılmış, günümüzde de eğitim ve eğlence amaçlı olarak hala kullanılan, İlk Hesap Makinası ünvanını tam olarak hak eden bir aygıttır.

Abaküslerde boncuklar (Rusların Schoty‘si hariç) kullanıcıya göre düşey (dikey) sıralarda dizili olup, her sıra ondalık sayı sisteminde bir basamağa denk gelir.  

Abaküs ve Çocuk

Abaküsleri bir kısmında her boncuk sadece bir (ve basamağına göre onun katları) değerini alsa da çoğunda bazı boncuklar beş ve beşin onlu katlarını da ifade eder 🧐

Abaküsler

Abaküsün tarihçesiyle ilgili bilgiler Wikipedia‘da çok güzel derlenmiş. Ben sadece bazı ilginç özelliklere değinmekle yetineceğim:
Romalıların abaküsünden itibaren (sadece ondalıklar değil; 1214, ve 112 gibi) kesirli işlem basamakları  olduğuna dikkatinizi çekerim. Çin Suanpan‘ından esinlenen Japon Soroban‘ı en yaygın türlerden biri olup benim de favorim oldu. Bu nedenle yapay zeka egzersizlerinde ben bu abaküsü baz alacağım (önümüzdeki sınavlara ona göre hazırlanın)🤓

Soroban Japonya’da matematik eğitiminde yaygın olarak kullanılırken, ülkemizde de bazı özel eğitim kurumları mental aritmetik eğitimi için kullanmakta. Bu arada Rusya’da bazı yaşı ileri tüccarlar işlerinde Schoty‘lerini kullanmaya devam ediyormuş. Rivayet o ki Osmanlı’nın tercihi de Schoty‘ye benzermiş.

Beyin

Bu aşamada artık arkadaş tarih bilgileri bizi baydı, yapay zekaya ne zaman geleceksiniz dediğiniz duydum, çünkü ben de öyle dedim. Bu nedenle hemen başlıyorum:

İlk olarak Soroban’ı biraz tanıyıp, onu Modelleme  egzersizlerimizde  kullanacağız. Modellememizi abartırsak pek bir moda deyiş olan Dijital İkizi‘ni (Digital Twin) de yaratabiliriz. Modelimiz üzerinde Simülasyon yapıp Yapay Zeka‘yı tanımaya çalışacağız. Bütün bu işleri de orta öğrenim düzeyindeki matematik bilgileriyle yapmaya gayret edeceğiz.

Gördüğünüz üzere bir paragrafta geniş bir teknik jargona giriş yaptık. Bu hızla, güncel uygulamalarda en yaygın kullanılan Yapay Zeka tekniği olan Makine Öğrenimi (Machine Learning) seansımıza da başlayabiliriz.

Bu seans Soroban’la ilgili olduğu için lütfen Soroban’la ilgili yeni bilgiler OKUMADAN aşağıdaki geleneksel zeka (genel yetenek) sorusuna cevap arayalım:

Quiz1

Özellikle az örnek ve az bilgi vererek sizleri sıkıntıya sokmak istediğim doğrudur. Asıl vurgulamak istediğim soruyu nasıl çözdüğünüzü kafanızda canlı tutmanız olacaktır.

Sonraki paylaşımda bunu Geleneksel Programlama yardımıyla Excel üzerinde çözeceğiz ve sonra da makine öğrenimiyle ilişkilendireceğiz. Konuyu yine fazla uzatmazsam belki de Üretici Yapay Zeka (GenAI: Generative AI) uygulaması bile yaparız 😁

Abaküsten Yapay Zeka’ya : Rakamlar

2024 itibarıyla dünyada ve ülkemizde yapay zeka kullanmayan mühendis, sanatçı, web sitesi, işletme ve finans kurumu kalmadı gibi. Bu görünüm ne kadar gerçek, kullanılan teknoloji ne kadar “yapay zeka” tanımına uygun başlıkları çok netameli olduğu için ben o tehlikeli sulara hiç girmeyeceğim. Niyetim; Endüstri 4.0 rüzgarıyla ilk uyarıyı yaptıktan sonra başlayıp süregelen Yapay Zeka fırtınasını ve sonrası için beklenen dönemi biraz teknolojik, bolca sosyokültürel ve bir miktar mizahi açıdan analiz etmek.

Tarihi ve coğrafyayı seven, deneyimli bir mühendis olarak analitik değerlendirmemi Şeyh Edebali’nin “Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez” düsturuna uygun olarak yapacağım. Onun için rakamlar, sayı sistemleri, çetele çubukları, abaküs gibi temel teknolojilerinin hatırlamakta fayda görüyorum. Bu sürece paralel olarak insanlığın saymak, ölçmek, hesaplamak, karşılaştırmak, hatırlamak, soyutlamak, tüme varmak, tümden sonuç çıkarmak gibi bazı analitik zihinsel becerilerine de usul usul değineceğim.

Kişisel görüşüme göre (not: kaynak belirtmediğim sürece bundan sonraki bütün iddialı söylemler kişisel görüşümdür) insanoğlu topluluk olarak ortak bir dil geliştirmeden önce elleriyle, sonra seslerle ve daha da sonra da çiziktirdiği sembollerle sayıları ifade ederek sürekli olarak kullandı. Bu bilgi üzerinden üleşti, savaştı, yarıştı; kaç elma, kaç geyik, kaç düşman, kaç gün vb.  Bu bilgiler yaşamı idame ettirmek için en az bir baltaya sahip olmak kadar önemliydi.

Parmaklar yardımıyla sayıları ifade etmek şekli ilk önceleri bütün gezegende ortak iken sonraki aşamalarda yazım sırasındaki tembelliklerden dolayı sayıları temsil eden semboller dejenere oldu. Ardından bu sembollere öykünen el işaretleri de acayipleşti. 

Çince Elle Sayma

Örnek olarak verdiğim Çinlilerin ilk on sayısında beşten sonraki garip el hareketlerinin bir kısmı eli ve parmakları ilgili Çince rakama benzetmek gayretinden kaynaklanıyor. Sıfır sayısının elle gösterimi ise bazı toplumlarda OK (tamam) demek olsa da ülkemiz, kullanılması sıkıntılı olan coğrafyalardan birisidir.

Sıfır veya OK

Sanırım, paldır küldür Çin kültürüne girmek yerine sayı saymanın ayrılmaz parçası olan evrensel çetele sembolleri ve tablosuyla başlamam daha doğru olacaktı:

Cetele Tablosu

Çoğumuzun oy sayımından pişti skoru tutmaya kadar farklı amaçlarla hergün kullandığı bu yöntemin geçmişi 44.000 yıl öncesinde 29 adet çentik atılmış Lemombo Kemiğine kadar uzanıyor. Günümüzde (sanırım) bütün dünyada olduğu gibi bizim de ilkokul 3. sınıflarda çetele tabloları ve onun biraz daha soyutlanmış hali sıklık tabloları eğitimi verilmektedir. Bu ‘resmi’ çetele tablosunun notasyonuna bakarsanız dört düşey çizginin beşinci yatay bir çizgiyle bir öbek oluşturduğunu görürüz. Bir elimizdeki parmak sayısı beş olduğu için 5 tabanlı bir sayı sistemi (çetele) türümüze biyolojik olarak son derece uygun gözükmektedir. Ancak ikinci elimizle birlikte erişilen on rakamı günümüzdeki on tabanlı sayı sistemimizin temel nedenidir.
Çetele ve sıklık tabloları ilerleyen sınıflarda min/max, ortalama ve olasılık gibi kavramların tanıtılmasına hazırlık oluşturmaktadır.

Çentiklerin kalınlığı ve ek sembollerle bezenen çubuk veya çoklu demet halindeki çeteleler 19. Yüzyıla kadar veresiye defteri gibi kullanılmış. Yani bir alış-veriş kaydı, hatta kredi kartı işlevi üstlenmiş. Kısaca insanoğlu avını, davarı saymakta kullandığı; bir kemiğe çentik açma bilgisini geliştirip, genelleyerek bir bilgi kayıt sistemine dönüştürmüş.

İlkokul 3. sınıf eğitim programlarındaki yerlerini koruyan Romen rakamları üç temel sayı 1, 5, 10 (I, V, X) (çentik) sembolleriyle başlar. Sonradan üzerlerine  yapılan  eklerle 50, 100, 500, 1000 (L, C, D, M) üretilerek, böylece toplam yedi farklı rakamdan oluşan bir sayı sistemi kurulur. Sayılar ondalık sistemdeki gibi bulunduğu basamaklarda değil, bağımsız bir şekilde her rakamın kendi sabit değeriyle oluşur.

10’dan sonraki Romen rakamlarının güncel halleri çeteleye benzemese de orijinal  sembolleri, evrimleri (10’dan 100, 100’den 1000’in üretilmesi) ve dejenere olarak günümüzdeki hallerine dönüşümü insanların soyutlama ve basitleştirme becerilerinin hoş bir örneği.

Yukarda resmedilen, bazı gıcık Romalı yazıcılar Romen rakamlarına karmaşık kurallar koymadan önce semboller yardımıyla toplama yapmak çok kolaydı 😊.
II + I = III veya X + V = XV

Özetle toplama; sembolleri yan yana koy, çok tekrarlayanları bir üst rakama yükselt şeklinde açıklanabilirdi. Ama hayatı zorlaştırmak için; “aynı sembol dört kez tekrarlanamaz onun yerine bir üst rakamın soluna konan rakam üst rakamdan çıkartılır” diye başlayan bir takım yazım kuralları kondu. Yani dört; IIII şeklinde değil IV olarak yazılır hale geldi. Tabiiki bazı soylular ve saat üreticileri IIII  kullanma inadını gösterdi.

Romalıların Etrüsk rakamlarından ürettiği Romen rakamları MS 900 ~1200 yılları arasında yaygın olarak kullanılmış, sonra da  yerlerini yavaşça Hint-Arap rakamlarına bırakmıştır. Günümüzde sadece bazı saat göstergelerinde, bir de film jeneriklerinde yapım yılını belirtirken kullanılmaktadır.

Roma sayı sisteminin temel sıkıntısının sıfırı içermemesi olduğu şüphe götürmez bir gerçekliktir. Bir sürü kural öğrendikten sonra yedi rakam yardımıyla sokaktaki Romalıların toplama çıkartma yapması mümkün gözüküyor. Ondalık sayılar, kesirler için ne yaptıklarını merak edenler için bol kaynak bulunmaktadır.

Big Roman Number

Sadece yedi sembolden oluşan, üst çizgiyle 10² benzeri bir notasyonu da olan bu sayı sistemi bana çok kullanışsız ama sevimli ve zeka açıcı geliyor: Bazı kaynaklar Romen rakamlarıyla yazılabilecek en büyük sayının 3,999 olduğunu belirtse de Vinculum notasyonunu kullanan (üst çizgi = x1000) ekteki tabloda 1,000,000’a kadar olan rakamları bulabilirsiniz.

Zamanı M.Ö. 500 ile MÖ 100 arasına geri sararsak antik Yunanların sayıları temsil için doğal olarak çeteleyle başlamış altı rakam kullandıklarını görürüz.

Attik Romen

Attik sayı sistemi bu konu üzerinde ilk yazı yazan Yunan gramerci Aelius Herodianus‘a ithafen Herodianik rakamlar olarak da anılmaktadır. Attik numara sistemi Hint-Arap ve Etrüsk sistemleri gibi on tabanlı, konuma bağlı; birler, onlar, yüzler, binler şeklinde öbeklenerek yazılarak kullanılmaktaydı. Romen rakamlarındaki sembollerin dört kez tekrarlanmaması ve sola yazılan küçük rakamın çıkartılması gibi kuralları yoktu. 50, 500, 5000 ve 50000’i yazmak içinse 5’i temsil eden pi’nin (Π) sağ bacağını kısaltıp oluşan direğin altına alt simge olarak 10, 100 gibi ilgili çarpan sembolünü bir ampül gibi asıyorlardı 💡

Attik sayı sisteminde bir haricindeki diğer beş rakamın sembolünün aynı zaman bu sayıların okunuşlarındaki kelimenin ilk karakteri olması nedeniyle Akrofonik sayı sistemi olarak da anılmaktadır. Yunanlar MÖ 400’de itibaren Akrofonik sayılar yaklaşımı abartarak Milet’te alfabetik bir sayı sistemi olan İyon sayı sistemini geliştirdiler. Günümüzde Yunanlar sıra numaraları için bizim Romen rakamlarını kullandığımız gibi bu sayı sistemini, geri kalan bütün alanlarda Hint-Arap rakamları kullanılmaktadırlar. 

24’ü Yunan alfabesini oluşturan, 3’ü antik 27 karakterden oluşan bir sayı sisteminin gündelik öğrenimi ve gündelik hayatta toplama, çıkartma için bile kullanımı tahmin edileceği üzere çok zordu. Hesaplamalar elle bir şekilde yapıldıktan sonra sadece sonuçlar bu sayı sistemiyle kayıt altına alınıyordu.

Kişisel görüşüm; gerek İyon, gerekese Romen sayı sistemlerinin her iki uygarlığın mühendislik ve astronomi gibi konularda ayak bağı olup, uygulamaları zorlaştırdığıdır.

Sıfırın net olarak yer almadığı, zorlu sayı sistemleri Yunan Tales, Pisagor, Ptolemy, Öklid, Arşimet, Eratosthenes, Hypatia gibi Yunanlı bilim adamlarının matematik, geometri, fizik, felsefe ve astronomi gibi bilim dallarının temellerini oluşturmaktan alıkoymamıştır. Bu insanlara her gün kulandığımız buluşları kadar evreni doğru anlamanın yapı taşlarını da borçluyuz.

Harflerin sayıları temsil etmesinin bir yan etkisi olarak (astroloji – astronomi etkileşimi gibi) kelime anlamlarıyla sayıları evlendiren bir Yunan nümoroloji geleneğinin doğmasına sebep olmuştur – Yunanca için İzosepi, İngilizce ve İbranice için Gematria ve Arapça için Ebced.
Matematiğin bir ilerleme motoru olarak kullanıldığı gibi geçmişin hurafeleri yardımıyla geleceği görmek için kullanma çabaları her kültürde binlerce yıldır sürüp gidiyor 😒

Mayalılar ise MÖ 200’lü yıllarda büyük ihtimalle ayak parmaklarını da hesaba katarak 20 tabanlı (vigesimal) bir sayı sistemi geliştirerek özellikle takvim ve astronomi çalışmalarında kullanmışlar 

Bu keskin mantıklı sayı sistemi incelendiğinde sıfırın Hindistan’dan bin yıl daha önce kullanıldığı görülmektedir. Çetele türü notasyonuyla kolay okunabilen ve 20 tabanlı basamaklama kullanan bu sayılarla toplama işlemi kolayca yapılabilmektedir.

Zamanı biraz daha geriye sarıp M.Ö. üçbinli yıllarda Sümerlilere geldiğimizde ise çivi yazısıyla oluşturulmuş, seksagesimal (60 tabanlı) bir sayı sistemiyle karşılaşıyoruz. Babillilerin mükemmelleştirdiği bu sayı sistemi bazı işlemlere günümüz matematikçilerinin gıptayla baktığı kolaylıklar sağlıyor.

Çarpanlarından biri olan 12 sayısı ise bu sistemi insanoğlunun parmağıyla sayabildiği çok pratik duodesimal sayı tabanı oluşturuyor. Bir elde baş parmakla işaret edilebilecek 12 adet eklem yer almaktadır. Bu eklemler üzerinden bölme yapmak, diğer elin parmaklarını kullanarak altmışa kadar sayabilmek mümkündür. Seksagesimal taban trigometrinin önünü açan, kesirlerde büyük kolaylık getirmiş önemli bir sayı sistemidir. Babillilerin bu sistemin avantajlarını kullanan matematik başarıları hayret vericidir.

Bu vesileyle oniki sayısıyla ilgili bazı hatırlatmalar ve bir miktar mizahi numeroloji yapayım ;

  • 12 = 12 ay, 12 saat, 12 burç, 12 havari (ve meşhur yumurta sayma birimi, 2.5 düzine = 1 karton yumurta), 
  • 60 = dakika, saniye (zaman, açı derecesi)
  • 360 =   360 gün, 2 x pi 🙄

12 sayısını kesir olarak kullanan bir kısmı Romalıardan yadigar bazı İngiliz emperyal uzunluk ve ağırlık birimlerini de hatırlatmak isterim. Uzunluk birimleri hala yaşamaya devam ederken para birimi, değerli metal, taş, ve  ezcacılık uygulamalarında çok önemli olan ağırlık birimleri de piyasaları karıştırmaya devam ediyor.

Mayalılar sıfırı milattan önce 1000’lerde bulmuş olsa da kullandığımız Hint-Arap rakamlarına gerçek anlamda ilk sıfır, bir Hint buluşu olarak ancak 9. yüzyılda taşa kazınarak eklenmiş oluyor. 

İlk sıfırın örneği Gwalior’da bir Vishnu tapınağında ‘270 x 167 hasta’ şeklinde bir alan ölçüsünde yer alıyor.

Yunanlar, Romalı ve Çinlilerin sıfırı anımsatan  boşluk veya noktaya benzeyen, basamaklarda yer tutma amacıyla kullanılan sembolleri var. Ancak sıfırın gerçek anlamda bir rakam olarak kabulü ancak Hindu inanç sistemi yardımıyla mümkün oluyor. Batı dünyası için hiçlik anlamı taşıyan sıfır, Hindu inanç sisteminde shunya kavramıyla insanın bütün isteklerinden arınması yani sıfırlaması anlamını taşımış, daha sonra da fiziksel dünyada bir matematik sembolüne dönüşmüş. 

Sıfırın “hiçliği” temsil etmesi dolayısıyla Yunan Aristo kozmolojisinde boşluk (hiçlik) kavramına ve doğal olarak matematikte sıfıra yer yoktu. Hristiyan inancında ise ithal ve “kafir” bir kavram olarak görülerek uzun süre red edildi.
Sıfırın ve Hint-Arap rakamlarının kabul görüp yaygınlaşması ancak Abbasi’in İslam’ın Altın Çağı‘nı başlatmasıyla mümkün oluyor. Müslümanların Hindistan’ı fethiyle sıfırla tanışan Fars ve Arap bilim adamları antik Yunan birikimini de değerlendiren  eserlerinde bu rakamları kullandılar.

Hârizmî, Kindî , Ömer Hayyam (evet sadece rubai yazmamış) ve benzeri onlarca bilim adamı başta matematik olmak üzere bir çok bilim dalında çok kapsamlı bir külliyat oluşturdu. Abbasiler halifeliği de taşıdıkları Bağdat’ta İslam Rönesansının eserleri sayılacak bu külliyatı bir akademi yapısı da olan Büyük Bağdat Kütüphanesi ‘nde (Beytülhikme) topladılar.

Bu külliyatın tercümeleriyle sadece Hint-Arap rakamları değil, Batı Rönesansını başlatacak önemli yapı taşları Batı dünyasına aktarılmıştır. Batı dünyasında sıfırı net olarak ilk getirense meşhur Fibonacci olmuş. Bu arada 13. yüzyılda Moğolların Büyük Bağdat Kütüphanesi ‘ni yakmalarıyla İslam’ın Altın Çağı sembolik anlamda kapanmış.

Sayı Sistemleri

Rakamlar konusuna geri dönersek; sanırım on, oniki ve yirmi tabanının kullanımında parmak (hatta eklem) sayımızın önemi herhalde anlaşılmıştır. Eğer çizgi roman kahramanları gibi dörder parmak sahibi olsak büyük ihtimalle oktal (8 tabanlı), Mayalılar gibi ayak parmaklarımızı da kullansaydık heksadesimal (16 tabanlı) bir sayı sistemi kullanır, böylece de bilişim çağına en az bir asır önce geçiyor olabilirdik 🤨

İnsanlar bunca karmaşık rakam ve sayı sistemleriyle nasıl baş etmişler derseniz, tabii ki Sümerlilerden beridir kullanılagelen abaküsü kullanmışlar. Abaküs ve ardılları gelecek paylaşımımın konusu olacak.

Kapanış cümlesi olarak bilgisayarlarımızın kullandıkları ikili (binary) sayı sistemine biraz Hindu felsefi tarzıyla bakmak, ardınan bu konudaki Shakespeare vecizesini paylaşmak istedim:
olmak ya da Olmamak = 1 OR 0 🧐

Singapur’un Orkideleri – Vanda Miss Joaquim

Önceki paylaşımlarımın etkileşimleri ve sosyal medya analistlerinden anladığım kadarıyla uzun bir yazının ilk bir-iki paragrafı okunuyor. Bu nedenle bu seferki yazıyı bol magazin ve az bir miktar tarihle bezeyip göreceli olarak kısa tutmak istedim.

Singapur hibrid bir orkideyi (Vanda Miss Joaquim) ulusal bitkisi ilan edip, orkideler benden sorulur havaları atsa da bu işten yeterince anlamadığını belirtmek isterim. Çünkü bir ülke 1200 doğal, 2000 hibrid orkideye ev sahipliği yapar da salebi (Arapça bilenler için sahlap) bilmez mi ? Yiyemeyeceksen bari biraz iç, onu da yapamıyorsan niye yetiştiriyorsun o güzelim bitkileri be adam demezler mi?
Bizim hemen her bölgemizde ortalama 2600 orkide çiçeği işlenip 1kg. salep üretiliyor ki bu aralar yerel fiyatı 50USD/kg.
Bir dönümde 700kg kadar salep üretiliyormuş. Yani bor madencilerine nispet olsun diye biz tarımsal bir ürünümüz olarak orkideyi (daha ziyade yumrularını) işleyip yüksek katma değerle ihraç ediyoruz, içiyoruz, Maraş dondurması, kozmetik ve ilaç yapıyoruz. Gül çiçeğini işleyerek başardıklarımız ise ayrı bir efsane.

Birim fiyat olarak salebimizle sanırım bir tek safran (2700 USD/kg) yarışabilir ki o tek başına bir ansiklopedinin konusu olabilecek bir vaka.

Memleketimizde topu topu 28’i endemik, toplam 190 orkide çeşidi var. Dünya şampiyonu Kolombiya’nın 1500 küsuru endemik olmak üzere 4000 türü varmış. Biraz kıskanç bir görüş gibi anlaşılacak olsa da, bana kalırsa Singapur’da orkideler tıpkı durian gibi sanal (daha doğrusu yapay) yöntemlerle zorlanarak bir ulusal sembole dönüştürülmüş. Tarihi pek sevmeseniz de bu aşamada birazcık tarih okumaya zorundayız çünkü iddialı magazinin keyfi ancak öyle geliyor:

İlk olarak 1859’da İngiliz Tarım ve Bahçecilik (Agri-horticultural) Topluluğu tarafında 32 hektar üzerine meşhur Singapur Botanik Bahçeleri açılır. Bahçeninin ilk direktörü Henry Nicholas Ridley kauçuk ağacı botaniği (aslında sanayi ve ticareti) konusunda deli gibi (Mad Riley – görüntüsü ve takma adı bana direkt Genco Erkal’ı anımsattı) çalışırken 1893’te Vanda Miss Joaquim tarafından sunulan çiçeği bir hibrid orkide olarak kayıt altına alır. Çiçeği hibridlemeyi başaran Agnes Joaquim (orjinal adı Ashkhen Hovakimian) Ermeni asıllı bir Singapurlu bir bahçevandır. Vanda Hookeriana (baba) ve Vanda Teres (anne) türü iki orkideyi yapay yolla melezlemiştir.  
Bu çiçek 1981’de Singapur’un ulusal çiçeği olur ama Agnes Joaquim ancak 2015 yılına gelindiğinde Singapur’lu Kadınlar Onur Listesine alınır. Orkidesinin ilk yapay hibrid olduğunun tescili ise 2017 yılını bulur. Yetmezmiş gibi Vanda orkide aile adı da kelebeğe benzeyen şekilleri bahane gösterilip Papilionanthe olarak değiştirilir. Özetle çiçeğinin yeni adı Papilionanthe Miss Joaquim – Bu şekilde yerleşik, tarihe mal olmuş isimlerle bilim adına oynayanlara bilim adamı olsa da ezelden beri süper gıcık oluyorum vessalam.

Miss Joaquim
Miss Joaquim
Mad Ridley
Mad Ridley

Günümüzde Vanda Miss Joaquim ismi artık Singapurlu meşhur bir trans drag queen tarafından yaşatılmakta (ve iyi edilmekte). Bence Vanda Joaquim yaşasaydı ve bu sanatçının kendi orkidelerine benzeyen bu saç modelini görse sarılıp kucaklardı. 

Drag Queen

Yazının tam bu noktasının yapay hibrid orkide üretimi süreciyle ilgili bilgi vermenin zamanı olduğunu düşünüyorum: 

Yanda Singapur Kütüphanesinin web sayfalarından ödünç aldığım ilk müstehcen fotoğrafta; aile yapıları uygun (benzer ortamların bitkileri) ama farklı iki türden bir çift orkidenin erkeğinden polenlerin alınması, ikincisinde ise polenlerin dişi orkideye aktarımı gösterilmekte. 

Ardından uygun toprak kültürü içeren saksılarda on iki ayı bulan fide üretimi, ardından iki-üç yıl süren ilk hibrid yavruların çiçeklenmesi için çalışılacak. Bu kıssadan çıkarılacak hisse, yavru yetiştirmek her canlı için zor ama biraz da benzer bir süreç.

Bitmedi sonra da bu melez (hibrid) yavruya ad vermek için bekle ki bir meşhur gelsin. Çünkü 1956 yılından beridir Singapur Orkide diplomasisini keşfederek yeni hibridleri ziyarete gelen VIP’lere ithaf ederek adlandırıyor.

Sevgilimle benim favori VIP orkidemiz 1997’de Lady Diana‘ya atanmış olandı. Orkide; tabelada belirtildiği üzere Dendrobium Pattaya Beauty ve Fairy Wong‘un yavrusu ve ismine uygun zerafette.

Prenses Diana’ya benzer şekilde isimlerine VIP orkidesi atanan ünlüler arasında Joe ve Jill Biden, Barack ve Michelle Obama, Angela Merkel, Margaret Thatcher, Nelson Mandela, Kofi Annan, Kamala Harris, Jackie Chan ve tabii ki bizden de Tayyip – Emine Erdoğan çifti var.

Peki Singapur niye hibrid bir orkideyi ulusal sembol olarak seçmiş derseniz; bir grup insan dayanıklılığı ve yıl boyunca çiçek açıyor olması bize benziyor diyorlar. Başta ben diğer bir grup ise çok kültürlü (etnisiteli, dilli, türkülü, giysili, dinli, yemekli, masallı) bir ulus (veya ulus adayını) farklı ülkelerden gelmiş, iki farklı türdeki orkidenin yavrusunun;
Farklılıkların birlikteliğinin, kaynaşmasının arttırdığı zenginliği, dayanıklılığı ve kazandırdığı sürekliliği sembolize ettiğini savunuyoruz 😊 

Singapur’daki etnik grupların tam olarak kaynaşmış bir ulus oluşturmayı henüz başaramadıklarını düşünsem de Singapur; zengin bir ülkeye dönüşmüş. Satın alma paritesine göre 108.036USD’lik kişi başı yıllık gelirle Lüksemburg ve İrlanda’nın ardından dünyada üçüncü sıradadır.

Singapurlular kendilerini bir hibrid orkideye benzemeyi tercih ederken eski Türkiye’de biz bir dönem çok kültürlü zenginliğimizi bir mozaik benzetmesiyle sunmaya bayılıyorduk. Ben; mozaiğin kırılganlığı, parçaları arasındaki sınırlarını riskli gördüğüm için toplumumuzu aşureye benzetmeyi seviyordum. Reçetesinde her birinden evde olduğu kadar konulmuş, yetmişiki bileşenli bir aşure benzemesi çok hoşuma gidiyordu. Yıllar içinde kayısı, kurutulmuş üzüm, fındık eksildi. Sonra nohut vb. derken sanki şu aralar sütlaça dönüşüyor gibiyiz. Sırada su muhallebisi var. En sonunda pelteye dönüşeceğiz diye korkuyorum. 

Biraz bu endişeden ama daha çok çılgın çeşitlilikleri, en aşırı iklim ve yaşam koşullarına uyum gösterebilme becerilerinin büyüleyiciliklerinden olsa gerek aşağıda örneklerini paylaştığım orkidelerinin yaşadığı Singapur Ulusal Orkide Bahçesi bize tam bir terapi gibi geldi.
Şiddetle tavsiye ediyoruz.

Pulau Ujong – Coğrafya ve Durian Deneyimi

Durian ve Simit

30 Ağustos 2023’teki gezi paylaşımımı hatırlayanlar azaldığı için küçük bir özet vermekte fayda görüyorum: Üç ay önce üç ülkeyi kapsayan bir bir geziye çıktığımızı davul, zurnayla duyurmuştum. Ancak ülkeleri net ifade etmek yerine gıcıklığına bu ülkelere ait üç ana adanın adını ve bazı demografik bilgilerini paylaşmıştım:
1. Ada : Pulau Ujong –  710 km2 , 5,453,600 nüfus
2. Ada : Honshu – 227,963km2, 104,000,000 nüfus
3. Ada : Mactan – 65 km2, 527,000 nüfus

Şimdi açıklıyorum – Pulau Ujong dediğim birinci ada; Singapur ülkesinin ana karası. Hani hepimizin orkidelerin anavatanı, sakız çiğnemenin yasak olduğu (ancak tıbbi nedenlerle, raporla satın alınabildiği) ülke diye bildiğimiz memleketin Singapur Adası olarak da bilinen büyük kısmı. Haritayı incelerseniz Malezya ve Endonezya arasında bir körfeze sıkışmış minyon bir ülke olarak göreceksiniz, işte orası:

Singapur Harita, Bayrak ve Durian

Benim hafızanıza kazımak istediğim ilk önemli bilgi Singapur’un gezegenimiz üzerindeki konumu itibarıyla 1° kuzey enlemi üzerinde yer aldığıdır. Bu coğrafi bilginin Türkçe’si ise ülkenin pratik olarak ekvatorun üzerinde olup, yıl boyunca gece-gündüz sürelerinin en fazla 9 dakika değiştiği, sıcaklığın ise iki muson yağmuru döneminde1~1.5°C oynamakla birlikte hep 28°C seviyesinde olduğudur. İklimin en zorlayıcı özelliği ise bağıl nemin sürekli olarak ortalama %75 olması ve hemen hergün yağmur yağmasıdır. Bu iklimin başta orkideler olmak üzere bitkiler için bir cennet olabileceğini sanırım herkes anlamıştır. Singapur’un yerlileri ve göçmenleri bunu çok iyi anlayarak küçük adalarında yıllardır botanik bahçelerde, özenli konutlarda ve parklarda yaşatıp zenginleştiriyorlar:

Orkide
Orkide
Villa
Villa
Park
Park

Bu vesileyle Ayvalık için aynı değerleri paylaşasım geldi;
39.27° kuzey enleminde, ortalama sıcaklık 18°C, yüksek sıcaklık ortalaması 26°C (Ağustos ayı) iken sıcaklık farkı 17°C’ı bulmakta, gece-gündüz süreleri farkı 5.5 saate (333dk.) çıkmaktadır. Serin aylarda bağıl nem %70 seviyelerine çıkarken yaz aylarında %60 seviyelerine inmektedir. Özetle şehrim Ayvalık’ın iklimi, doğası ve denizi ile insanlar ve özellikle zeytinler için tam bir cennettir. Bizler (sanırım genetik olarak) bunları kübik beton konut, büfe, pansiyon, biiçklab vb. tesislere dönüştürmek üzere didişmeyi seviyoruz.

Singapur, günümüzde yükselen binalarıyla birlikte yükselen bir ticaret, finans, teknoloji ve turizm ülkesi durumundadır. Meraklısı için bu ve buna benzer ansiklopedik bilgilerin Vikipedi de pek güzel derlenip sunulduğunu hatırlatarak bu konuları atlayarak stratejik öneme haiz bir konu olan Durian meyvesi ve bizim tadım deneyimimizi paylaşmak isterim. Aslında bu konu bizim aile için önce bir sanal gerçek bir konu şeklinde başlayıp, ardından sürpriz bir artırılmış gerçeklik ve sonra da oldukça zor bir gerçek gerçeklik deneyimi oldu. Singapur’da bu gerçeklik geçişlerinin sürekli yaşandığını şimdiden belirteyim.

Aslında durian Singapur geneli için sanal gerçek bir ulusal meyve sayılabilir çünkü, insanlara bile yeterince araziyi oluşturmak üzere sürekli denizlerini dolduran Singapur’da orkide dışında “ticari” bir tarım ürününün yetiştrilmesi fiziken imkansız. Hemen her türlü gıda (ve birçok diğer şeyler) gibi durian meyvesi de Malezya’dan ithal ediliyor. Buna rağmen bazı internet kaynaklarında Singapur’un ulusal meyvesi olarak ilan edilmiş. Ben de Evliya Çelebi’nin büyük7 torunu olarak bu cılız bilgiyi belgeleyip paylaşmakta beis görmemekteyim.

Çizen mimarı kabül etmese de (biz dahil) yeni ve eski Singapur’luların Durianı temsil ettiğini bildiği bu büyük gösteri binasının (Esplanade) fotosu ulusal benimsemenin kanıtı olarak sunulmaktadır.

Esplanada

Durian ağaçları, anavatanları olduğu düşünülen Borneo ve Sumatra adalarına (Endonezya), ek olarak Hindistan ve Tayland’da da bol bulunuyormuş. Singapur’da göstermelik bir miktar yabani durian ağacı varmış ama biz aramadık ve dolayısıyla göremedik. Kısaca ilk günler varlıkları %100 sanal olarak kalmaya devam etti.

Durianın ilk izleri toplu taşıma araçları ve istasyonlarda neşeyle incelediğimiz bir çok yenilikçi uyarıda yer alan durian bulundurma yasağı sembolleri oldu.

Biraz araştırınca durianı Japonya, Tayland ve Hong Kong’ta otellere sokmanın yasaklandığını öğrendik. Gerekçe olarak hoş olmayan kokusu gösteriliyordu.

Koku konusunda spektrumun ters yönünde bence İstanbul simiti yer alıyor ve kamu yönetimince taksi dahil toplu taşıma araçlarında taşınmaları yasaklanmalı, yiyenlere 1000 simit bedeli para cezası uygulanmalı. Çünkü; yanında simit taşınan veya yenip de ekstrem şekilde aş ermeyen kimseyi henüz tanımadım.

30 metreyi bulduğu belirtilen durian ağacının meyvesi 20-25 cm. çapında. Meyvesinin dış kabuğu zeytin yeşili renginde, derin kesik pütürlü çok karakteristik bir görünümde. Sanırım bu sert kabuğu ve kuvvetli kokusu kadınlara yakışmayacağından Singapur’da meyvelerin kralı olarak anılıyor (sevgilim bu seksist tümevarımımı okuyunca eminim “hıhı hıhı” diye ünleyecektir).

İçindeki meyvenin açık sarı rengi ve görünümü güzel, hatta seksi. Hemen her meyve gibi A, B6 ve C vitamini bol, folik asit, potasyum, demir vs. vs. içermekte ve tabiki biraz da afrodizyak. Okuduklarıma göre; kokusu incelendiğinde içerdiği 44 aktif maddenin kokarca kokusu, karamel, çürümüş yumurta, meyve ve çorba terbiyesi bileşenlerini içerdiği tespit olunmuş. Sonuç olarak bu güzelim meyvenin; kükürt, lağım, meyve, bal, kızartılmış ve çürüyen soğan gibi bir koku yaydığı tespit edilmiş. Yiyenlerin üstünden ve nefesinden bir gün boyunca çıkmıyormuş.

Bu bilgiler başta ben olmak üzere sırasıyla sevgilim, oğlum ve gelinimi bu meyveyi yemeyi denemekten alıkoymadı. Benim kokudan çekinmemek için güçlü dayanaklarım vardı; yedi sene uzun yatılı mekteplerde okudum, yedek subay koğuşlarında uyudum ve Ayvalık’ta Doğuş Pirinanın hekzanlı baca gazının kokusunu her yıl altı ay boyunca keyifle soluyabiliyorum. Sevgilim ise sanırım evlilik yeminimize verdiği önemden, çocuklarımız ise toyluklarından olsa gerek, durian partisi yapmayı kabül ettiler.

Böylece 99oldtrees adlı durian restoranın yolunu tuttuk. Meyvelerin kralı zorlu kokusu kadar ünvanına yakışan fiyatlarıyla, bol çeşitleriyle de bizleri derinden etkiledi.

Durian Fiyatları

Sevgilimle koku ve görsel duyularımızla başlayan durianı arttırılmış gerçeklik olarak deneyimlemeden gerçek gerçekliğe geçişten az  önceki anımızı aşağıda paylaştım:

Durian Yemek Zor İş #1

ve durianın Türkçe kelimelerle anlatılamaz tadını deneyimleyerek gerçek gerçekliğe geçişim ve sevgilimin beni takdir eden bakışlarını biraz da istemeden paylaşıyorum…

Durian Yemek Zor İş #2

Sanırım rakıyı hayatında ilk kez yudumlayan bazı ergenlerde de benimkiyle aynı yüz ifadesi kırışıksız olarak oluşuyordur.  Neyse, hepimiz durianlarımızı bir şekilde yedik. Tadını soğanlı tavuğa, benzetenlerimiz oldu, garip bir çiizkeke de. 

Kıssadan hisse bazı meyvelerin toplu alanlarda tüketiminin sınırlandırılması, hatta senede sadece bir-iki kez tüketilecek şeklinde kısıtlanmasına yönelik bir yasa önerisi olsa destekliyebilirim.

Paylaşımımı geleneksel soru-cevap bölümüyle sonlandırayım bari:
Önceki paylaşımda sorduğum arşipel kelimesi kronolojik olarak Ege denizi, Ege adaları derken takımada veya takımadalar grubu şeklinde kullanılıyor. Ben takımada yerine ukalalık etmek istediğimde arşipeli kullanıyorum. Evet, Singapur 64 adadan oluşan bir takımada iken ülkemizin de bir sürü takımadası var:
İstanbul’da on adadan oluşan Prens (veya Prenses) takımadası (Büyükada, Heybeliada, Kınalıada, Burgazada, Sedef, Yassıada, Sivriada, Kaşık, Tavşan ve Vordonos Adası) yer almakta.

Ayvalık’ta ise Vikipedi’ye göre 22, bazı kaynaklara göre 27 adet adadan oluşan bir ada grubu var. Bunların tamamı yada bir kısmını takımada olarak kabül etmek gerekir.

Bu paylaşımın kışkırtıcı sorusu ise Türkiye toplumunun “Ulusal Meyvesi” nedir ? Anadolu coğrafyasının imzasını dünyaya taşıyan bir meyve olarak aklınıza fındık gelebilir ama gerçekten fındığı toplum olarak yaygın olarak tüketiyor muyuz ? Ulusal meyvemiz olarak ayçekirdeğini aday gösterebilir miyim ?

Bir sonraki paylaşımda biraz Singapur tarihi ve bol bol orkide bulacaksınız.

Üç Ada, Üç Ülke – Giriş

Bu sene ilkbaharda leyleklerin gelmesini beklemeden,  sevgilimle martıları denizde yüzerken gördük. Neyse, sanırım bu nedenle kader hanımefendi yaz ortasına kadar bizi komşu iki adaya keyifli seyahatler yapmaya yöneltti; Midilli ve Sakız.

Bu iki adanın mutfağı, tavernaları, doğası, müzik ve plajları ülkemizde (Ayvalık‘tan bile daha) çok tanınır, sevilir ve süper tercih edilir olduğu için bu pırıltılı, mis kokulu konularda paylaşım yapmanın hiç alemi olmuyor. Bu adalarla ilgili instagramik çerçeveyi biraz derinleştirip, çalan hüzün dolu şarkıların arka planına, devşirme mimarili yapılara, acı anılarla dolu müzelere, tapınaklara gidince yani ortak coğrafyanın, ortak toplumları olarak ortak anılara yani tarihimize yaklaşınca o zaman  insanın içi derinden cız ediyor ve üzülüyor.

Eski memleketimiz İstanbul‘un adalarının başına yeni yasa taslağıyla örülmek üzere olan çorap ise insanın yüreğini dağlıyor.

İşte tam da bu nedenlerle yakın adalara seyahat yapmak yerine uzakdoğu adalarına seyahat etmek daha güzel olur diye düşünüp üç ada, üç ülkeyi kapsayan üç haftalık bir seyahat yapmaya karar verdik.

 (Siz bu uzuun girişi  “sevgili oğlumuzu, canım gelinimizi çok özledik. onları görmeye uzakdoğuya gidiyoruz” diye daha özlüce okuyabilirsiniz.)

Durian
Trabzon Hurması
Mango

Ülkelerin adları şimdilik  bende saklı kalsın ama coğrafyası veya belgesel kültürü iyi olanlar hemen bilecektir, gezmeyi planladığımız adaların adları ve bazı ipuçlarını aşağıda veriyorum:

  1. Ada : Pulau Ujong –  710 km2 , 5,453,600 nüfus (Ülke: 64 ada, 734 km2, 5,637,000 nüfus, ulusal meyve – durian)
  2. Ada : Honshu – 227,963km2, 104,000,000 nüfus ( Ülke: 14,125 ada, 377,975km2, 125,000,000 nüfus, ulusal meyve – “persimmon” namı diğer Trabzon Hurması)
  3. Ada : Mactan – 65 km2, 527,000 nüfus (Ülke: 7,641 ada, 300,000 km2, 109,035,000 nüfus, ulusal meyve – mango)

Biraz da coğrafya jargonumuzu tazelemekte fayda var:

Bildiğimiz üzere Kardak kayalıklarına da ada muamelesi yapıyoruz, 2 milyon km2’lik Grönland da resmi olarak gezegenimizin en büyük adası. 7.7 milyon km2 büyüklükteki Avustralya’ya kıta diyoruz. Sınır nerde çizilmiş ben bilmiyorum. Soru çok büyük bir ehemmiyet kesbediyor çünkü Ayvalık’taki Hakkıbey yarımadasına baktıktan sonra koskoca Anadolu’ya da yarımada demek ayıp oluyor sanki.

Bu kadar yoğun bir demografi ve coğrafi bilgi bombardımanına dayanabilen arkadaşlara ödül olarak kapsamlı bir ev ödevi veriyorum: Gezeceğimiz adalardaki üç devlet de “takımada” üzerinde kurulmuş durumda ve biri de “şehir devlet”. Arşipel ne demek ? Bizde kaç tane var ? Dünya’da kaç şehir devlet var ? En zor ve politik soru – ülkemizin kaç adası var ?

Siz bunları keşfederken bize iyi gezmeler.

Gürcistan 2022 – Heykeller #1

Sevgilimle yaptığımız dört günlük Gürcistan gezisinde; Tiflis, kısa bir süreliğine turladığımız Siğnaği (Sığınak) köyü ve gördüğümüz Batum fotoğraflarından hareketle Gürcistan’da çok kuvvetli bir heykel damarı olduğunu sonucuna vardık. Müze gezmediğimiz için antik heykellerini bilmiyoruz ama sokaklarda Sovyet dönemi ve sonrasına ait yüzlerce heykel var. Ülkemizdeki özellikle son çeyrek yüzyıldır artan heykel düşmanlığı nedeniyle yaşadığımız yoksunluktan olsa gerek, yaklaşık elliden fazla heykel fotoğrafı çekmişiz.

Sovyet döneminde dini motiflere ve kişilere pek izin verilmemesi nedeniyle en uygun bulunan tarihsel Gürcü kadın figürü, pagan kökenli Kartlis Deda (Gürcistan’ın Koruyucu Anası, Tiflis’in sembolü) olmuş. Heykel Tiflis’in kuruluşunun 1500. Yıldönümünde 1958 yılında Sololaki tepesine inşa edilmiş. Elguja Amashukeli ‘nin tasarımı bu heykelde, geleneksel Gürcü kıyafetlerinde Kartlis Deda şehre dostça gelenlere şarap kasesini sunarken, şehre düşmanca gelenlere de kılıcını sallıyor. Alüminyumdan, oldukça kaba hatlarla tasarlanmış bu anıt heykel, sürekli olarak soğuk savaş döneminin haşin Sovyet algısını anımsatıyor. Gürcüler belkide, çok acı Sovyet anılarını sürekli diri tutabilmek adına bu heykeli ışıklandırmış, 24 saat çalışan teleferikle donatmış.

Teleferikle çıktığımız tepeden harika bir şehir manzarası var. Tepedeki manzara keyfini tamamlamak üzere külde pişirilen Türk kahvesi ve bir Akdeniz tadı olarak tanıtılan Efes birasını bulabilmek çok hoşumuza gitti. Buraya çıkınca bizim gezme fırsatı bulamadığımız büyük bir Ulusal Botanik Bahçesini ihmal etmemekte fayda var.

Kartlis Deda Heykeli
Kartlis Deda (1958 – Elguja Amashukeli )
Elguja Amashukeli
Elguja Amashukeli
Margaret Thatcher
Margaret Thatcher (Demir Leydi)

Alüminyumdan yapılsa bile bu heykel keskin ve soğuk hatlarıyla bize rahmetli Leydi Margaret Thatcher’dan bile daha sert bir “demir leydi” gibi gözüküyor. Heykeltraş Elguja’nın Tiflisli hemşerilerine ve ziyaretçilerine yaptığı görsel işkence bu heykelle bitmiyor tabii ki. Daha sonra anlatacağım gib yaptığı onlarca heykelden bir tanesi daha Tiflis’in ortasında insanın gözüne gözüne batıyor.

Bir kadın heykelinin her iki elindeki eşyalarla dünyaya mesaj vermesi bana New York sahillerinde bir adada yaşayan bir diğer süper kuvvetli kadını ve  Özgürlük Heykeli‘ ni hatırlattı. Çok daha yaşlı olan bu bakır heykel, Fransız tasarımcı Frederic Auguste Bartholdi ve yüzüne modellik eden annesi Charlotte’a borçlu olduğumuz daha zarif hatlar taşır. Daha önemlisi bir elinde kitapla Amerika’nın özgürlüğünü, diğer elinde meşale ile aydınlanmanın önemini anlatarak Kartlis Deda’dan biraz daha ılıman bir duruş sergiler. Hanfendinin dünyanın başına sürekli dert olan eşyası ise başındaki taç ve onun vurguladığı yedi düvele özgürlük getirme hevesidir – heykel ile ilgili wiki sayfasının İngilizcesi daha güncel olduğu tercih edilmiştir.

Frederic’in önceki dev heykel projesi için Osmanlı hazinesi ve Mısır Hidivi İsmail Paşa‘da yeterince para olmamasına üzüldüğümü söyleyemeyeceğim. Heykelden kurtardıkları para İstanbul’a Hidiv Kasrı‘nı hediye etmiş olabilir.

Özgürlük Heykeli
Özgürlük Heykeli
(1886 – Frédéric Auguste Bartholdi)
Frederic Auguste Bartholdi
Frederic Auguste Bartholdi
Mısır Hidivi İsmail Paşa
Mısır Hidivi
İsmail Paşa

Modern kadın heykeli olarak benim favorim, gönlümün sultanı İlhan Koman ın 1980 yılında yaptığı ustalık eseri “Akdeniz”. Maalesef bu güzel, özgürlük sembolü kadın, insanlara tasarlandığı gibi İstanbul’un bir büyük kent meydanından veya Akdeniz rüzgarlarının estiği bir yamaçtan değil ancak bir bankanın, 3. katındaki korunaklı bir sergi salonunun pencerelerinden bakıyor. Son yılların İstiklal caddesine bakınca bu buruk kaderi insan daha kolay kabulleniyor. İlhan Koman’ın içinde ailesiyle yaşamını sürdürdüğü teknesi Hulda‘nın oğlu tarafından Akdeniz’e kavuşturulmuş olması insana teselli veriyor. 

Her neyse saç levha dilimlerinden yapılan bu alımlı kadın gerçekten tasarlandığı gibi insanı kucaklayan bir sıcak rüzgar. Bizim Akdeniz doğal olarak Batum’daki bir başka dilimli ve üstüne üstlük kinetik (hareketli) heykel Ali ve Nino’yu (Erkek ve Kadın’ı) çağrıştırıyor. Tamara Kvesitadze ‘nin bu olağanüstü heykelini, öykünün romanını ve filmini ancak okuyup gördükten sonra anlatabileceğim.  Bu eseri şimdiden merak edenler ise linkten okuyabilir.

Akdeniz Heykeli
Akdeniz Heykeli (1980 – İlhan Koman)
İlhan Koman
İlhan Koman
Ali ve Nino
Ali ve Nino (2010 – Tamara Kvesitadze)

Artık erkek, hem de atlı erkek heykellerinden bahsetmenin zamanı geldi. Tiflis’te bir koruyucu ana olduğu gibi bir de kurucu kral var: Vahtang Gorgasali

Bir gün Kral Vahtang Gorgasali ava çıkar. Aralıksız uçan sülünün peşine eğitilmiş atmacasını salar. Aradan zaman geçer, ne atmaca ne de sülün görünürde yoktur. Onları aramaya başlarlar ve kısa zaman sonra ikisini de sıcak suya düşmüş olarak bulurlar. Kral orayı çok beğenir ve bir kent kurmalarını buyurur. Kente, orada bulunan tbili (ılık) sudan dolayı Tbilisi adı verilir. – Wikipedia

Kartlis Deda’nın soğuk, alüminyum heykelini yapan Elguja Amashukeli bu heykeli; 1967 yılında, Tiflis’in ortasından geçen Kura nehrinin kıyısındaki (kralın yaptırdığına inanılan) Metehi kilisesinin bahçesine yerleştirmiş. Biraz daha insansı gözükse de (belki yansıtmak istediği bir naif, antik Gürcü dönem havasından, belki de Sovyet heykel okulunun soğukluğundan) benim pek ısınamadığım bir başka heykeli oldu. Güzel bir youtube linki verdiğim bu anıtta gözüm hep bir atmaca veya sülün referansı aradı ama onu ancak Tiflis’in bank arkalıklarındaki üzüm salkımlarının yanında bulabildim.

Tiflis'te Bank Arkalığı

Heykel heykeli çağrıştırınca aklıma bir dönem Cumhuriyet’imizin İkinci Adamı olarak anılan İsmet İnönü’ye ithafen yapılmış bir başka (talihsiz) atlı heykel aklıma geldi. İlhan Koman’ın da tedrisatından geçtiği Profesör Rudolf Belling‘in 1944 yılında yaptığı bu heykele uygun bir yer bulunması tam 38 yıl sürer. Beşiktaş Taşlık Parkında zoraki bir yer bulur. Doğal olarak rahmetli Rudolf hocaya o günü görmek kısmet olmamış

Sadece fotoğraflarını gördüğüm bu atlı heykelden de Vahtang Gorgasali’nin heykellerinden gelen soğuk hava geliyor. Bence her iki heykel de güç ve azamet gösterisi yapmak yerine biraz daha içten ifade ve doğallık yansıtabilseler ithaf edildikleri kişilere daha çok yakışırlar ve bizlere daha çok keyif verirlerdi. Marcus Aurelius‘un antik Roma dönemi atlı heykeli ise bence bunu harika başarmış – nede olsa Akdeniz’li !

Vahtang Gorgasali (1967 – Elguja Amashukeli)
İsmet İnönü
İsmet İnönü
(1944 – Rudolf Belling)
Marcus Aurelius
Marcus Aurelius (175 – )

Uzun süre yazı yazmayınca bu pek bir uzun, pek entel görünümlü bir şey oldu. Bir sonraki heykel yazısı; daha kısa ve kısmetse –  ejderhalar, banka soygunu ve bitmeyen devrimlerle bezenmiş, düz ayak bir avantür olacak. 

Proce : Ayakkabı Pufu – Bölüm 2

İki Çift Terlik

Masa lambasıyla yaptığım yontma stajından sonra ilk iş  aypufun (=ayakkabı pufunun) kesmiş olduğum dört gövde tahtasını, yontma setimi ve parmak güçlendirme zımbırtımı kucaklayıp ofisin yolunu tutmak oldu. Fisun’la birlikte ithalat, muhasebe, finans, pazarlama gibi tipik büro işlerini sessiz bir huzur içinde yürüttüğümüz tek göz ofisimiz bundan böyle “hafif ve kontrollü olması kaydıyla” çekiç, el frezesi sesi ve bol ahşap çapağıyla şenlenecek. Kış soğuğu nedeniyle alternatifimin evin salonu olduğunu söyleyince sevgilim bu durumu kabul eder gibi yaptı ama nedense günde üç kez Meteoroloji Genel Müdürlüğünün ve Accuweather’ın hava durumu tahminlerini yüksek sesle okuyor.

Ofis masam birden yer değiştirip ilk tasarımıma uygun olarak atölye masasına dönüştü. Oyma takımlarımı yaydım. İlk tahta parçasının oyma sınırlarını cetvel ve üniversiteden kalma daire şablonumla bir güzel çizdim. Tahtayı mengeneye sanki boş tuvalini şövaleye yerleştiren ressam edasıyla yerleştirdim. Sonra kurşun kalem elimde 325x140mmlik yuvarlatılmış, dikdörtgen oyma alanına uzun, uzun ve boş, boş baktım, baktım. Kendi kendime yine çok acele ettin diye söylendikten sonra pastoral oyma alt procesi kapsamında ilk modelimin ne olacağını düşüne düşüne günlük marangozluk mesaimi tamamladım.

Oymaya Hazırlık
Oymaya Hazırlanan Tezgah

Eve varınca  kardiyoloğum şiddetli tavsiyesi üzerine içtiğim (ekonomik ama mutlaka kırmızı) bir kadeh şarabı yudumlarken ilk müz (ilham perisi) arzı endam ederek; “ilk oyman şarap kadehi ve üzüm salkımından oluşan bir natürmort olabilir” diye fısıldadı. Böylece fazla mesaime başlarken sanırım etimoloji yüksek lisansı yapmış biyolog bir başka müz gelerek şarabın da mikroorganizmalarla dolu olduğunu, üzüm salkımın da hayat dolu olduğunu bu nedenle natürmort (ölü doğa) kelimesinin ezelden beri yanlış olduğunu söyleyince ben de bu tür tablolara illa natürlü bir şey denecekse natürtabl (masadaki doğa) demenin daha doğru olduğunu düşünmeye başladım. Sonra kanıt olarak üç-dört hafta poşet içinde beklemiş güya “mort” lahanalarımın bahçeye dikildikten sonraki ikinci bahar hallerini fotoğraflamaya karar verdim.

İkinci Baharında Bir Lahana
İkinci Baharında Bir Lahana

Fotoğraf çekiminden sonra sehpa üzerindeki patlamış mısır ve ay çekirdeklerini görünce geçen yaz bahçede büyümelerini izlemekten büyük keyif aldığımız güneşi arayıp ta bulamayan ayçiçeklerimiz, daneden çok püskülü olan mısırlarımız ve altı ağaçta yetişen toplam dört limonumuz aklıma geldi. Bunları kullanıp bir natürşamp (tarlada doğa) oyması çok güzel olabilirdi. Sonra titreyerek kendime geldim; bir Ayvalıklı olarak önce zeytin ağaçları ve dallarda yeşil, pembe ve siyah zeytinler olan dallarla başlamak gerekirdi.

Arayışım Ayvalık’ın bitkilerinden hayvanlarına geçince de; kedi, köpek, fındık faresi, sardalye ve papalina aklıma geldi. Hepsiyle ilgili karmaşık duygularım var. Daha gösterişli olmak adına çocukluğumdan beri hayran olduğum seramik sanatçısı, profesör Jale Yılmabaşar hocamızın horozlarına nispet, bir tavus kuşu dizisi mi yapsam ?

Jale Yılmabaşar
Jale Yılmabaşar ve horoz seramikleri

Bu fikirlerimi çıtlattığım sevgilimin önerisi ise öncelikle akşam yemeğini yemem oldu. Bol sarımsaklı yoğurtlu bakla çok leziz olmakla birlikte maalesef ilk oyma işim için uygun bir natürtabl konusu değildi. Artık geç yenen sarımsaklı yemekten mi, üzerine aldığım tansiyon ilacından mı nedir (asla şaraptan diil) gözkapaklarım ağırlaşınca gece saat onu göremeden sevgilime “ben istiareye yatıyorum” demek zorunda kaldım.

İyi ki de yatmışım. İlk yarı uyanık rüyama giren bir müz, eski sol fraksiyon ajitatörlerini anımsatan bir tonla; “Dinle arkadaşım. Bir – yutabileceğin lokmayı ısır. İki – her gün birlikte yaşadığın, sizi iyi anlatan şeyleri model olarak kullan, nedir o tavus kuşları, natürşamplar” diye seslenerek iyi haller olsun ’lara karıştı. Bu sloganla birlikte kafama sanki bir terlik düştü, hem de ortopedik bir sokak terliği.  Ayvalık sokaklarında sürekli terlik giymek; yerlilerinden ziyade büyük kentten göçenlerin alametifarikası (= ayırt edici özelliği) gibidir. Sokaklarımızda mevsimsiz olarak terlikle dolaşan birini görürseniz bilin ki ya İstanbul yada Ankara’dan yeni göçmüştür. Özellikle ben ilk taşındığımız 2015 yılından itibaren bademler çiçek açınca, ayakkabı ve çorapları çıkartıp terliğe geçerim. Hava durumu el verirse ta kış başına kadar sürer bu. Yağmurlu havalarda ise “bakın ayakkabı, çorap ıslanma derdi yok” diye sular içinde dolaşıp bir de hava atarım.

Bir sonraki aşama yalın ayak dolaşmaktır ama Arnavut taşı yollarımızdaki taş aralıkları yatayda ve düşeyde beş santimi bulduğu için bunu sokaklarda yapmak mümkün olmamaktadır. Onun yerine Sarımsaklı, Badavut sahillerinde denizle kumun birleşiği çizgide biz dahil onlarca metropol göçmeni ve misafiri yüksek tempoyla ama mutlaka yalınayak volta atar. Ben hızımı alamayıp, bahçede otların (bir kısmı hala çim) üzerinde de yalınayak dolaşırım.  Her türlü sokakta yalınayak gezme saplantısı Avustralyalıların çarpıcı özelliklerinden. Oğlum ve gelinimin yerleştiği bu güzel ülkede yalınayak dolaşan yüzdesi benim gözlemlerime göre %20’lere yakın. Artık aborjinlere öykünmekten midir bilemiyorum ama Aussielerin bu geleneklerini yurt dışına çıktıklarında da sürdürdüklerini gözlemliyorum.

Terliklerde genellikle üstten bantlı Ceyo tasarımı tercih görür. Geçen yaz ayaklarım biraz fazla güneş görüp yanınca, ayağım zebra desenli oldu, ayrıca fiyatı diğer terliklerin üçte bir fiyat diye bahanelerle parmak arası, şıpıdık bir terlik aldım. Tercihimin ilerleyen yaşımla ilgili olarak bilinçaltımdaki bir kaşıntıyla kesinlikle ilgisi vardı. Ancak bu ruhsal kaşıntı parmaklar arasında rahatsızlık hatta acıya neden oldu. İki hafta içinde nasır oluşuncaya kadar sanırım stiletto giyen kadınların hislerini paylaştım. Alışınca da yalınayak dolaşmaya yakın bir keyif ve ama biraz da konforsuzluk yaşamaya başladım.

Sadede gelirsem; aypufun bir yüzüne sevgilimle bana ait iki çift terlik oymaya karar verdim. Bir sürü farklı yorumları olabilecek bir karar oldu.

  • Sokaktan gelince terliklerin aypufa koyulacağını hatırlatır.
  • Evet, bu aypuf sürekli terlikle dolaşan bir İstanbul göçmeninin üretimidir
  • Zanaatkâr kıt becerisiyle ancak bunları oyabilmiştir
  • Ama benim en beğendiğim ve sevgilime sunduğum gerekçeyi bir paragraf sonra resim eşliğinde açıkladım.

Elime kara kalemi alarak çizime geçmeye kalkışmadım bile. Terlikleri bir örtünün üstüne koyup fotoğrafladım. Fotoşopla terlikleri temizledim. Hafif bir perspektif, sonra da birkaç filtreyle oymaya esas olabilecek görüntüye ulaştım. Bu görüntüyü 325x140mmlik tuvalime pardon tahtama göre ölçeklendirip yazıcıdan bastıracağım. Sonrada baskının uygun köntürlerini karbon kağıdı yardımıyla tahtaya aktarıp, oyma işine geçeceğim.

Fotodan Oymaya Terlikler
Fotodan Oymaya Terlikler

Gelelim madde 4) deki gerekçenin fotografik açıklamasına: Birbirini seven bir çift deniz kenarına kadar yürür. Derdi, tasayı sahilde bırakıp denizin enginliklerine doğru, huzur dolu daha mutlu bir gelecek için uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuğun yakın tarihlerdeki bir sonraki durağı Midilli mi olur Melbourne mu, ne zaman olur, onları da artık kahve falımızda göreceğiz.

Bir Çift Terlik
İki Çift Terlik

 

Proce : Ayakkabı Pufu – Bölüm 1

Garabet bir savaşın kanıyla şiddetlenen bir fırtınada, sürekli olarak su alan ülke ekonomisinde; hepimiz başımızı suyun üstünde tutmaya çalışırken alternatif mitoloji üzerine düşünüp paylaşım yapma densizliğinde bulunmuyorum.

Ama günlük hayat sürüyor ve arada sırada Ayvalık Perşembe pazarında gördüklerimi, sahildeki gün batımlarını  paylaşıp, kendimce bir günce izi bırakmadan da edemiyorum. Ama onlar da bazen içerikleri, bazen dolaylı fiyatları ve bazen de her yerde bulunmaması gibi haklı nedenlerle TV’deki özendirici pastırma reklamları gibi algılanabiliyor.

Döneme en uygun paylaşım alanı olan ve resmi eğitimini aldığım uçak mühendisliği paylaşımlarını ilgili, ilgisiz on binlerce kişi yaptığı için bana İHA, MIG ve SUV üç harflileri yerine yine marangozluk proceleri kalıyor. Bu proceleri de kimileri “yanan Marmaris ormanlarına bakarak sahil lokantasında yemek yiyenlerin fotoğrafları” gibi algılayabilir ama yapacak bir şey yok: Bana göre güçlü hobiler; pandeminin ilk panik ayları, ekonomik kriz, burnumuzun dibindeki savaş gibi zor dönemlerin bunalımını azaltan ilaçlar. İnanın marangozluk uğraşısı ruhuma ve (ufak tefek yaralanmalar dışında) vücuduma  iyi geliyor 😊

Bir kısmını FB üzerinde detaylı olarak paylaştığım marangozluk procelerimin beşincisi olan “Ayakkabı  Pufu” na geçen hafta başladım.

  1. Ofisimizin Masa ve Kesonları (Bitiş – Nisan 2021)
  2. Çok İşlevli Dolap (Bitiş – Nisan 2021)
  3. Şaraplıklı Büfe (Kullanımda – Tamamlanma = %80)
  4. Kuyubaşı Deki (Bitiş – Kasım 2021)
  5. Ayakkabı Pufu

Marangozluk Proceleri
Marangozluk Proceleri

Bu şak diye yapılan bir başlangıç değildi çünkü bütün hafta her gece uykuya dalmaya çalışırken yaptığım saatler boyu çalışmalar çerçevesinde pufun ilgili kritik kararlarını vermiştim:

Proje Tanım ve Hedefleri

  1. Adı “Ayakkabı Pufu” olacak – (ayakkabı giyerken üzerine oturulacağı için)
  2. İşlevine uygun olarak kapının yanındaki dar alana sığacak
  3. Üstünde konforlu bir minder yer alacak
  4. İçine ayakkabı ve terlik koyulabilecek

Kazanılacak beceri ve teknolojiler

  1. Gövde üzerine pastoral oyma işleri
  2. Oturma platformu deneyimi

Sıra geldi bu paylaşımlarda geleneksel olarak bilgi verecek ukalalık bölümüne:

Öncelikle tanımı ve hedefleri (öncelik sırasıyla) belgelenmemiş her proje batar diyerek söze başlayayım.

1. Proje adı motivasyon, satış, kamuoyu için çok önemlidir – bkz: kötü örnek TOGG (?), iyi örnek: Bayraktar

Aslında bu iki örnek, genç girişimcilerin bu başlığı bizim kuşaklara göre çok daha iyi bildiğinin kanıtı. Ad kadar önemli olmasa da logo da önemli. Bence TOGG logo konusunda da çuvallamış durumda.

Ayakkabı Pufu” na dönersek gelecekte yapacağım puflar arasında yeterince ayırt edici bir ad. İçine ayakkabı konuluyor olması bu adı güçlendiriyor. Ayrıca “Aypuf” kısaltması kulağa hoş geliyor. Üstelik aypuf.com ve aypuf.com.tr alan adları boş.

2-4) maddelerden; sırasıyla 4. (ayakkabı koymak) ve sonra 3.den (konforlu minder) vaz geçilebilir ama ikinci maddeye aykırı olarak çok büyük bir puf yaparsam pufun hayatı odun sobamızın içinde son bulacaktır. Marangozluktan anlamayanlar için bir örnek vermek gerekirse; gemilere inip kalkabilen, kanatları katlanan bir İHA yaptım deyip, ama donanmanın TCG Anadolu (hafif) uçak gemisinin pisti bizim için biraz kısa, gemiyi azcık büyütebilir misiniz demeye benzeyecektir.

TCG-Anadolu
TCG-Anadolu (Hafif) Uçak Gemisi

Uçak yada uçak gemisi yerine bu pufu yapıp sevgilimi bir kez daha etkilemeyi başarmak her projemin yazılmamış anayasası. Ama bu projede puf bittikten sonra kazanacağım iki şey daha var:

  1. Sonraki çalışmalarda kullanacağım ahşap oyma, boyama deneyimi benim için çok değerli olacak. Marangozluğa ek olarak resim, heykel, tahta baskı gibi farklı disiplinlerle ilgili hayaller kurup, planlar yapabileceğim.
  2. Üzerine oturulan mobilyalar (tabure, sandalye, koltuk, divan vb.) için mukavemet, konfor ve ergonomi gibi başlıkları öğrenmeme yardımcı olacak.

İçtenlikle söyleyebilirim ki proje tanım ve hedeflerinin belirlenmesi çoğu zaman işin ilk çeyreği (%25’i) dir. Ben bunu yaptığım gibi ikinci çeyrek olan mevcut ve gerekecek malzeme, ekipman, beceri envanterinin belirlenip, planlamasına başladım.

Ardından ise her projede yaptığım hataları hızla yapmaya başladım. Üçüncü aşamadaki ön koşul olan tasarımın tamamlanması gerçekleşmeden malzeme tedarikine başladım. Minderin kumaşını satın aldım. Cıvıl cıvıl renkli, dijital baskılı döşemelik kumaşı almadan önce doğal olarak proje sahibi sevgilimin onayını aldım ama 8 cm. kalınlığında 28 densite (yoğunluklu) sünger siparişi vermemi biraz erken buldu.

Minder Kumaşı
Minder Kumaşı

Sonra bir hata daha yapıp dördüncü ve son aşamaya geçip üretime başladım. Başladım dediğim elimde kalan bir tahtadan kapının yanında pufa atanmış alana uygun bir gövdeyi oluşturacak şekilde dört parça kestim. Kesme işlemi gönyeli döner testereyle yaklaşık beş dakika sürdü. Bunun üç dakikası iş güvenliği uzmanı arkadaşların zorla aldırttığı çelik eldivenleri giyip çıkarmakla geçti 😊

Puf - İlk Kesim
Puf – İlk Kesim

Bu aceleciliğin gerçek nedeni pufu bir an önce bitirmek değil tabii ki. Bu dört parça tahta üzerinde bir an önce oyma derslerine  başlamak.

Ayakkabı Bufu Ölçüleri
Ayakkabı Pufu Ölçüleri

Fakat hemen bütün marangozluk çalışmalarımdaki yüksek hata yüzdemi hatırlayınca tırsarak bu tahtalara kıymamaya karar verdim. Mini bir staj procesi olarak rafta bekleyen masa lambası ayağı adayı odunu alıp keski, çekiç ve el frezesiyle, ağacın akışına uyarak hırpalamaya başladım. Lamba ayağı olacak odun bunca acıya rağmen pes etmediği gibi ben dört saat içinde yorularak işlemin (dersin) bittiğini ilan edip otantik masa lambasını sevgilime takdim ettim.

Otantik Masa Lambası
Otantik Masa Lambası

O da beni takdir ederek lambayı gündelik kullanımına aldı…

 

Ekonomi Mitleri #9

Zeytin ruhmanı totemi yüzü ve sağ elindeki uzun değnekle Raz’a çok benziyordu. Elbise, sol elindeki küçük çanak ve başındaki taç dışındaki bu benzerlik komsunda hemen herkes hemfikirdi. Bu söylentiyi zeytin ruhmanı Zeytinus’a aktaran bir zeytinci derin bir sessizlikle uğurlanmıştı. Ertesi Pazar günü Mucit, yanında karısı Makber, ayrıca Zeytinus’un eşi ve aynı zamanda Makber’in kız kardeşi olan Hera’yla pazara gelir. Mucit heykeldeki kadının Hera olduğunu açıklar. Hera, heykeldeki elbiseyi giymiş, tacı başına takmış, bir elinde asa ve diğer elinde çanak tutarak heykelin yanında durarak pazarcıları selamlamıştı.

Hera
Hera (Raz ?)

Hera nesiller arasında değiştirilerek aktarılan öykülerle bir “femme fatale” a dönüşerek varlığını sürdürürken kocası Zeytinus ismi ise bir zeytin parazitoitinde yaşamakta – https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1257802

Tan o günün özetini; “Hera’nın yüzü heykele pek benzemiyordu ve Mucit’in sol gözünün altında bir morluk vardı” diye yaptıktan sonra en sevdiği ruhmanı ve birayla tanışmasını anlatmaya başladı:

Tan’la birlikte hemen bütün erkeklerin favori ruhmanı Diyonuz ‘du. Üzüm ve artık şarap olarak anılan fermente üzüm suyunun ruhmanı olarak atanması Macit’i öldürmekle korkutmasıyla sonlanan, öfkeli bir ikna seansı sonrasında olmuştu. Aslında hemen her zaman hoş sohbet bir adamdı. Değişik bir lehçeyle hafif peltek konuşur, şarap ve üzüm bilinçleriyle ilgili şarkılarını hikayelerle süsler, şarabını içip, üzümleri yerken bazen insan ve hayvan taklitleri yaparak dans ederdi. Çoğu zaman güldüren ama bazen ağlattığı uzun müzikal öykülerini dinlemek için komşu yerleşimlerden bile gelenler olurdu. Daha önce hiç kimsenin duymadığı bir şekilde çoğu cümlesini “koşuyonuz, geliyonuz, diyonuz” diye bitiriyor “nasılsınız” yerine “napıyonuz” diye sesleniyordu. Zaten ismi Diyonuz da bu konuşma tarzı yüzünden yakıştırılmıştı. Kendisine takılan bu ismi duyunca kahkahalarla gülmüştü. Uzun bir süre onun sunağındaki üzüm salkımı totem yerini korudu. Ta ki güneydoğudan gelen ve kendilerine Sümerli diyen bir göçmen grubu Ayvalık’a arpayı, bira yapım bilgilerini ve tarihi tabletlerini getirene kadar – https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-223/antik-cagda-bira/

Sümerliler ve Bira

Tan mayalanmış, sulu arpa lapası çanaklarından uzun kamışlarla emilen bu içeceği şaraptan çok sevmişti. Bira içerken yeni göçen arkadaşlarından bira tanrıçası dedikleri Ninkasi ve bira yapımıyla ilgili olarak kendi dillerinde söyledikleri ilahiyi dinlemeye bayılıyordu – https://arkeofili.com/sumerlerin-3800-yillik-dunyanin-en-eski-bira-tarifi/

Arpa ve biraya olan ilgi artsa da Ayvalık’taki çoğunluk şaraptan vazgeçmez. Birayı deneyip beğenmediği için ilgilenmeyen Diyonuz, Ninkasi ilahisinin anlamını öğrendikten sonra fikir değiştirir. Öfkeli bir şekilde  arpa, bira bilinçleri ve Ninkasi’yle görüşmelere yardımcı olmak üzere de ruhmanlık yapacağını ve artık Diyonisus alarak anılmak istediğini ilan eder. Üzüm salkımı totem yerini Diyonisus’un heykeline bıraktıktan sonra o da tekrar sevilen normal haline döner. Diyonisus’un eski güreşçi arkadaşlarının da kattığı yeni öykü seanslarına katılanlar pazar meydanına sığmaz olurlar. Tan binlerce yıl sonra Kırklareli şehir merkezinde bu kadim ruhmanın anısına yanlış bilgilerle  “Çal bölgesinde yaşamış Bağ Bozumu Tanrısı” olarak sergilense de anıttaki detaylar ve plaketi görünce çok duygulanır.

Kırklareli Diyonisusu
Kırklareli Diyonisus’u

Hera olayından  Mucit’in ölümüne kadar geçen sürede Mucit ve Makber’in birbirleriyle konuştuğunu gören olmaz. Bu zamanın çoğunu Mucit aile tuzlalarının içinde yer alan Aydemya adını verdiği kampta, çıraklarıyla birlikte geçirir. Ağaç, taş kesme ve yontma ile başlayıp, çizim ve onun hesap dediği çalışmalarla süren yoğun toplantılar yapılır. Tan bunlara iki gün için katılmış, özellikle çizim çalışmaları ve geceleri ateş başında süren tartışmalardan çok keyif almış ama Raz’ın yüksek tonlu “evine ve işine geri dönricası daha baskın çıkmıştı !

Tan Mucit’in öteden beri hayran olduğu derin bilgisine ek olarak, Aydemya’daki kadınlı- erkekli genç çırak takımındaki fikir zenginliğine şahit olmaktan çok etkilenir. Omega adındaki, beyaz tenli, ufak tefek genç adam hemen her çalışmada değişik ve yapıcı önerileriyle dikkat çeker. Mucit’te Omega’yı sahip olmadığı oğlu yerine koyup, yakın ilgi göstermektedir. Aydemya’da kaldığı iki gün süresince  ikilinin kulak misafiri olduğu sohbetlerinde sürekli  “zaman” kelimesi geçer.

Bir süre sonra Pazar meydanın ortasına Mucit ve Omega’nın uzun tartışmalarla belirlediği noktalara, bir yaya benzer dizilimde on iki büyük sarımsak taşı yerleştirilir. Merakını yenemeyen Tan Mucit’e ve Omega’ya bunlar ne işe yarayacak diye sorunca “biraz sabret” cevabını alınca, “peki niye on iki taş” diye ısrarla sorar.  Omega her birinde altışar parmak olan iki elini Tan’a uzatarak işte bu yüzden diyerek güler.

Bence çoğunuz bunca ipucundan sonra bu ince hesaplı, süper gizemli inşaatın amacını çoktan anladı. Anlamayanlara ricamız “biraz sabretmeleri”.

Ekonomi Mitleri #8

Tan,  totem evrimindeki ilk tartışmanın seksen santim yüksekliğindeki zeytin totemiyle çıktığını hatırlıyor. Çatalın ucundaki tek bir siyah zeytinini çoğunluk yadırgayıp, dalında bir zeytin daha güzel olur dese de Mucit “bu modern yaşamın içinden gelen bir dışa vurumu” şeklinde anlaşılmaz bir açıklama yapmış, ardından başta Raz bir çok kişi de onu üzmemek adına tartışmaya son vermiş. Tan ise günümüzdeki devasa dışa vurumları görünce bunun insanlığın başına bela açtığı görüşünde ısrar ediyor.

Çatalda Zeytin
Çatalda Zeytin Totemleri

Bu arada Macit ruhmanların görevinin pazarda tezgah açan çiftçiler için olduğu kadar; sadece kendi ailesi için çiftçilik yapanlar, hatta çiftçilik yapmasalar bile bu ürünleri tüketen herkes için hizmet sunmaya başladığını müjdeler. Bu nedenle bütün Ayvalıklıların sunaklara uğramalarının ve adaklarını bırakmalarının bir doğa borcu ve hemşerilik görevi olduğu ilan eder. Bu açıklama sonrasında özellikle hemşerilik konusunda görüşler hemen her evde yoğun şekilde farklılaşarak tartışmalara neden olur. Tan zırva derken, Raz mantıklı bulur.

Totemlerle ilgili asıl büyük tartışma ise horozla ilgili olanıdır. O zamanlar bir çok iş gibi tavuk, horoz, civciv bakımı ve tabiiki yumurta üretiminin denetimi kadınların sorumluluğundaydı. Erkekler ise harem kavgalarıyla öne çıkan horoz kavgalarını folklorik bir etkinlik (=güreş) olarak yarışmaya dönüştürmüşlerdi. Tavuğun etinin daha güzel olduğunu ve daha önemlisi yumurtasının önemini bilen kadınlar, sunakta bir totem olarak horoz görünce öfkelenmişler ve tavuk veya yumurtayla değiştirilmesini istemişlerdi. Bunu üzerine erkekler çok yüksek bir perdeden “horoz olmasa civciv olmaz, dolayısıyla aslolan horozdur” diye ısrar edince, kadınlar hayır “horoz da yumurtadan, dolayısıyla tavuktan çıkıyor” demiş, Mucit ben yumurta totemi yapmam demiş ve sonunda horoz yerini korumuştu. Bu tartışma binlerce yıl içinde biraz bozulsa da günümüzde meşhur yumurta-tavuk ikilemi (dilemma ‘sı) olarak sürmektedir. Her neyse, bilindiği üzere horoza olan bu baskın saygı halen sürmekte olup, Guinness rekorlarına girmiş özgün bir totem örneği olarak günümüzde 27 metre yüksekliği, 26 ton ağırlığıyla Denizli’deki Millet parkının tepesinin üstündeki kulenin tepesinin üstünde tünüyor.

Denizli'nin Dev Horozu
Denizli’nin Dev Horozu

Ayvalık’taki folklorik horoz etkinlikleri günümüzde iyice azalmakla  birlikte yöreye binlerce yıl sonra gelen talihsiz develerin “folklorik etkinlikleri” 2020, 2021, 2022 yılı diyerek her sene kesintisiz olarak çevre ilçelerde sürmekte.

Deve Güreşleri
Deve Güreşleri

Totem evriminde en önemli dönemeç (belki de devrim) domates, biber, soğan, nane gibi sebze ve otların bulunduğu sunakta oluşan yoğunluk ile yaşandı: 

Bu ürünlerin sunağının ruhmanı; Zerzavatus adında, şahiniyle avlanmayı seven ve güreşçiler içinde açık ara en iri olan, saçlı-sakallı, heybetli biriydi. Önce bütün bu sebze ve otlara zerzevat denmesinin onların bilinçleriyle  konuşmalarını ve söyleyeceği şarkıları kolaylaştıracağı ve dolayısıyla bereketi arttıracağını duyurdu. Gerçekten de bir pazarda havuç, sonrakinde pancar, sonrakinde ise ıspanak için hangi sunağa gidileceği soruluyor ve hepsine Zerzavatus – Ayvalık’taki uzun isimleri genelde iki-üç heceye indirme alışkanlığıyla (namıdiğer) Zeus, derin bir sabırla bana geleceksiniz diye cevap vererek adakları kabul ediyordu. Zeus zerzevat bilinçleriyle iletişim konusunda tam uzman bir ruhmandı. En önemli hadisesinde, rüyasında turpları yemeden önce limon sıkmanın onları incittiğini gören bir çiftçiye, gözleri kapalı mırıldandığı bir şarkıdan sonra son derece haklı olduğunu söylemiş ve turpların yenilmelerinden önce üstlerine sirke sıkılmasını beklediklerini duyurmuştu. Yıllar sonra Zeus müritlerine bu duyurunun verdiği ilk fetva olarak kayda geçilmesini istemişti.

Zeus, artan farklı sebze totemlerinden sunakta adak bırakacak yer kalmadığını söyleyerek, hepsinin yerine geçecek tek bir totem yapılmasının ve çiftçiler arasında kargaşa çıkartmamak adına da bir sebze yerine kendisine benzeyen bir heykelin yapılmasının daha doğru olacağı konusunda Macit’i ikna eder. Macit bu isteği Mucit’e aktarınca Mucit’in yorgun gözleri ışıldar. Çünkü kendisi (ve Aydemya’daki öğrencileri) sürekli olarak sebze, meyve ve hayvan üzerine çalışma yapmaktan bıkmışlar, birbirlerinin çizimleri ve yontularını yapmaya başlamışlardı. Tan ve Raz bu çalışmalardan belki de ilk haberdar olanlardı çünkü Mucit böyle bir çizim çalışması için Raz’ı nerdeyse iki gün boyunca, bir elinde zeytin silkme sopasıyla ayakta tutmuş ama ne kadar ısrar etseler de yaptığı çizimi göstermemişti.

Böylece Mucit ve öğrencileri Zeus’u Aydemya’da üç gün boyunca, hem de bir kartalla birlikte ayakta tutarak bir ağaç yontusunu yapmaya başlarlar.  Kısa bir sürede tamamlayarak pazardaki yerine yerleştirir. Zaten heybetli olan Zeus’un boyunun iki misli olduğu, ona çok benzeyen, dev boyutlu totemi gören çiftçilerin çoğu Zeus’a dertlerini söylemeyi unutarak getirdikleri zerzevatı sunaklara bırakıp sessizce ve hızlıca ayrılıyordu. Zeus’un sunağı bırakılan zerzevatla çok kısa sürede dolup taşıyordu.

Zeus’unkine komşu sunakta ise balıkçılara ruhmanlık etmek üzere Postdon görev yapmaktadır. Postdon ismi, uzun bir ismin kısaltması değil tam anlamıyla hakkedilmiş bir isimdi: Zeus kadar olmasa da heybetli olan bu ruhman;  balıkçılıktan sıkılıp güreşçiliğe, biraz yaşlanınca da Macit’le olan yakın arkadaşlığını kullanarak ruhmanlığa geçmişti. Yaz-kış üstü çıplak, altında ise posttan yapılmış bir şort (don) la dolaştığı için adı Postdon kalmıştı. İki hecelik bu güzelim isim sonra dejenere  ola ola Poseydon‘a dönüşür.  Denizi, canlılarını, dalgaları, rüzgarı okumayı onlarla konuşmayı iyi bilir, pazardaki sunağında asık bir suratla,  elinde aile geleneği üç uçlu balık mızrağıyla adakları kabul eder. Zeus’un sunağındaki değişimi fark edince o da Macit’e giderek balık yerine kendisine benzeyen bir totem ister. Macit başına dert açabilecek bir sürü nahoş macerasını bilen bu arkadaşını kıramayınca Mucit’e başvurunca o da bir şart öne sürer – zeytin ruhmanı totemini kendi istediği gibi yenileyecektir. Macit kabul eder. Mucit ve öğrencileri ilk önce kumaş bir giysi giymeyi kabul eden Postdon ‘un oturan totemini, ardından da Tan’ı şoke eden zeytin ruhmanı totemini yontup yerlerine koyarlar. Tan o zaman için olağanüstü gözüken, ama geçen sürede yok olan bu tahta yontuları geçen binlerce yıldan sonra en çok benzettiği mermer heykelleri paylaştı:

Zeus - Postdon ve Zeytin Ruhmanı
Zeus (Zerzavatus) – Postdon ve Zeytin Ruhmanı

Zeytin ruhmanı totemiyle ilgili çok özel açıklamalar ve fazlası gelecek paylaşımda…